18 Ağustos 2010 Çarşamba

Erdal Atabek'in köşesinden...



ERDAL ATABEK 'in 16 Ağustosta
Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan köşe
yazısını okumayanlar için buraya aldım.

Utanç...
Oradaydım.
Silivri’de duruşma salonunda. Tarih, 10 Ağustos 2010, Salı

Mustafa Balbay’la uzaktan selamlaştık.


Duruşma açıldı. Tuncay Özkan söz istedi.


Sesi başlangıçta yüksek değildi.


Suçunun ne olduğunu sordu.


Suçunu bilmeden yatmasının nedenini sordu.

İki yıldır hapiste oluşunun nedenini sordu.

Bu yargılamanın böyle devam edemeyeceğini söyledi.


Kurbanlık koyun olmadığını söyledi.


Sesi giderek yükseliyordu.


Mahkeme başkanı duruşmadan çıkardığı

 zaman da Tuncay Özkan susmayacağını yüksek sesle söylüyordu.


Sonra Mustafa Balbay söz aldı.


Suçunun ne olduğunu sordu.

Burada böyle yatarken neyle suçlandığının açıklanmasını istedi.


Darbe yapmakla suçlanıyorsa, darbeyi neyle yapacaktı?


Darbe yapacak gücü olanların hiçbiri burada değildi.


Kendisi kalemle mi darbe yapacaktı?

Burada neden yatıyordu.

Mahkeme heyetine baktım. Dinliyorlardı.


Mustafa Balbay, onların yerinde olmaktansa

sanık yerinde olmayı tercih ettiğini söyledi.


Haksızlık edenlerden olmak, haksızlık edilen

 olmaktan daha zordur aslında.


Ben utandım.

Oturduğum yerde ben utandım.


Bir şey yap(a)mamaktan utandım.


Birden kendimi 12 Eylül döneminin askeri mahkemesinde hissettim.



Biz Barışçılar da böyle oturuyorduk.

Suçumuz ne miydi?


Suçumuz 12 Eylül cuntasına karşı olmamızdı.


Suç, arandığı zaman bulunan bir şeydi.


Baskı dönemlerinde ‘suç’ değil, ‘suçlu’ aranır.


Önce ‘suçlu’ bulunur, sonra da ‘suç’ bulunur.

Engizisyondan beri böyledir.


Suçlusun! Çünkü bu sensin ve sen suçlusun!


Suçun mu ne? Sen bilirsin. İşte, suçlusun!


Sen şimdi yat. Ben sonra suçunu söylerim.


12 Eylül cuntası bizi böyle yatırmıştı.

Orhan Apaydın, İstanbul Barosu Başkanı’ydı.

Adalete güvenirdi ve bize “Göreceksiniz, mahkemeye çıkınca

 her şey anlaşılacak, hepimiz çıkacağız.

 Çünkü suç, ancak kanıtlarla ve tanıklarla ortaya çıkar,” derdi.

Sonra mahkemeye çıktık. Hiçbir şey değişmedi.


Hakkımızda peşin hüküm verilmişti.

İstenen ceza kadar tutuklu kaldık.


Üç yıldan fazla yattık ve ‘tutuklu’ idik.


Tutuklu. Yani, ceza almadan yargılaması süren kişi.

Orhan Apaydın öldü. Ben onun ölüm nedeninin ‘adalet yetmezliği’

 olduğunu yazdım. Kalp yetmezliği ya da kanser değildi.

Adalet yetmezliği idi.


Mahmut Dikerdem, emekli büyükelçi, öldü.

Nedim Tarhan, Köy-Koop Başkanı, CHP milletvekili, öldü.

İsmail Hakkı Öztorun, CHP milletvekili, öldü.

 Prof. Melih Tümer, öldü.


Hepsi de ‘adalet yetmezliği’nden ölmüştür.

12 Eylül cuntası, DİSK ve Barış Derneği davaları üzerinden

 kendi meşru oluşunu kanıtlamaya çalışıyordu ve

 topluma gözdağı veriyordu.


Dönem askeri yönetim dönemiydi. Mahkeme askeri mahkemeydi.

Buna karşın, askeri yargıtay mahkeme kararını onamadı.


Biz, sonuna kadar ‘tutuklu’ olarak yattık.


Mahkeme vardı. Yargıçlar vardı. Savcılar vardı. Avukatlar vardı.


Ama, adalet yoktu.

Bir ülkede adalet yoksa o ülkede hiçbir değer yoktur.


O dönem bir cunta rejimiydi. Şimdi demokrasi mi?


Şimdi, demokrasiden söz ediliyor.


Bugünün yargısı böyle mi olmalı ?.


Haksız yere hapiste yatırılan insanların

feryadını duyacak bir kulak kalmadı mı?

“Haklıdır bu insanlar” diyecek kimse kalmadı mı?

Ben utanıyorum.


Ülkem adına utanıyorum.


İnsanlık adına utanıyorum.

Utanç duyuyorum.


Utanç…

1 yorum:

Yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Blogda görülmesi biraz zaman alabilir.

Popüler Yayınlar

10 marifet